Fiyat İstikrarını Sağlamada Merkez Bankasının Kullanabileceği Araçların Yeterliliği ve Gözümüzün Önündeki Fırsat

Fiyat İstikrarını Sağlamada Merkez Bankasının Kullanabileceği Araçların Yeterliliği ve Gözümüzün Önündeki Fırsat

Views: 1828

Seçim sonrası ekonomi yönetimimizde değişiklikler oldu ve yeni yöneticilerin uygulayacakları politikaları hepimiz merak ediyoruz. Öncelikli sorunlar olarak;

– enflasyon (fiyatların yükselişi),

– hayat pahalılığı (gelirlerin ihtiyaca yeterli olmaması),

– devalüasyon (Ulusal paranın yabancı paralara karşı değerinin düşmesi) ön plana çıkıyor. Merkez bankasının, kanununda tanımlanan, temel amacı ise fiyat istikrarının sağlanması. Bu sorunlar ise fiyat istikrarını bozan etmenler olarak öne çıkıyor.

Ana akımcılar, faizin yükseltilmesini, ücretlerin sabit tutulmasını, kemerlerin sıkılmasını bu yolla tüketimden vazgeçilerek ürün fiyatlarının (algımız: düşürülmesi veya yükselmesinin önlenmesi, oysa ki doğrusu: ) yükseliş hızının düşürülmesini savunuyorlar. Ama tabi bu tek başına yeterli değil. Üretimin artması için gerekli olan yatırım kaynağının ise dış kredi haricinde ancak yabancı sermaye ile sağlanabileceğini ileri sürerek, yabancı sermayenin ülkeye güvenle gelebilmesi için onlara güvence verilmesinin gerekliliğine vurgu yapıyorlar. Bunun için de ülkenin daha demokratik olması, yolsuzlukların önlenmesi (iş yaparken memurların zorluk çıkarmaması ki 2003 yılından beridir 4875 Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu var), yabancının mülkiyet hakkının korunması (fikri ve sınai mülkiyet hakları konusunda daha önce düzenlemeler yapıldı, hatta yabancıların hakları yerlilere göre daha öncelikli korunuyor) ve istediği zaman yatırımını alıp gidebilme olanağı (getirdiği dövize dönebilme-konvertibilite Türk Parasının Kıymetinin Korunması hakkında 32 sayılı kararda 80’li yıllardan beridir serbest, transfer sorunu yok) için yasal zeminin genişletilmesini ( gibi yapısal reformlar) da şart koşuyorlar. Yapısal reformların objektif kıstaslı olanları zaten yapıldı ve yasal alt yapıları uzun zamandır var. Yeterli demokrasi anlayışı ise biraz sübjektif, demokrasi konusunda daha iyi olabiliriz ancak yatırım alan diğer gelişmekte olan ülkelere göre daha iyi olduğumuz da açık. Öncelikle ulusal üretimin artırılması için yabancı kaynağa ihtiyaç olmadığını, bunun bir yanılsama olduğunu söyleyeyim ve kısadan konuyu kapatayım.

Ana akımdan ayrılan bir kesim ise gelirlerin artırılmasının talebi ve üretimi artıracağı, taleple fiyat yükselse de talebi karşılamak için yeni yatırım olacağını, faizi düşük tutarak üretim maliyetinin düşeceğini fiyatların belirli bir seviyede stabil hale geleceğini ve bunun da sorunları çözeceğini düşünüyorlar. Oysa ki; Kredilerin rasyonel yatırıma döneceğine ilişkin bir güvence yok, teminat gösterebilen herkese kredi verildiğinde, öz kaynakla çalışmak (başkasının parası ile iş yapma ve daha fazla hacim yaratma olanağı nedeniyle) anlamsız hale geliyor ve bu da borçlanmayı artırıyor, üretimin ithal girdilere dayalı olduğu ancak bunu karşılayacak ihracat olmadığında yabancı paraya ihtiyaç da haliyle artıyor. Sorun, ihraç ürünlerinin net sağladığı döviz girdisinin, ithalat için yeterli olmaması, bu yeterliliğinin ne kadar olduğunu hesaplayacak açık kaynak istatistikler de yok, veya en azından biz bulamadık. Mayıs 2023 itibariyle 256 Milyar USD ihracatın üretim maliyetini ve özel olarak da ithal girdi maliyetini tam olarak bilemiyoruz.

İthalatın ihracattan fazla olduğu bilgisi bizi tereddüt etmeden eldeki döviz stokunun bir süre sonra yetmeyeceğini ve ithalata yetecek para kalmayacağı sonucuna götürmektedir. İhracat ve yabancı yatırım ile kapatılamayan döviz ihtiyacı için dış borç arayışı da kaçınılmaz hale gelmektedir. Son bir kaç yıldır ana akımdan ayrılarak uygulanan politikalar geçici çözümler üretmiş zaman kazandırmış ancak bu zaman sorunları çözmek için yeterli olmamıştır.

Buna karşın, çözüm için ana akıma dönüp, yeniden başlamak mı? O kadar kaybedecek zamanımız var mı? Bu kısır döngüden nasıl kurtulabiliriz?

Yeni neslin en azından bugün üniversitelerimizde eğitim alarak gelecek arayan çocuklarımızın zaman kaybetmelerine izin vermememiz gerek. Sorunları çözmek için sorunların kaynağına inmek gerekir. Doğru teşhisi yapmadığınızda, sadece rahatsızlık belirtilerini gidermeye çalışmak, tedaviyi geciktirir. Soruna sebep çok konu var ama şimdilik birine odaklanalım. Para Politikasına. İster ana akım, isterse ana akımdan ayrılan yeni görüşlere göre başarıya götürecek araçlar var mı veya var olanlar yeterli mi?

Yabancı paranın konvertibilitesi önemli bir konu ama fiili durumda sadece yabancı paranın sizin ekonominizde konvertibl olması bir sorunun varlığına önemli bir gösterge. Karşılıklı değişim problemi yaşamamızın yanında ithalat için gerekli olan yabancı paranın yurtiçinde kayden oluşturulmasına izin vermek ne kadar anlamlı sorusuna makul bir cevap bulmak zor. Bankaların Yabancı Para zorunlu karşılık yükümlülükleri bir yıla kadar %25 daha uzun %19 olarak belirlenmiş. Nisan 2023 itibariyle para arzı rakamlarını dikkate aldığımızda efektif satıştan YP Vadesiz 109 Milyar USD, YP Vadeli 76 Milyar USD, Bankacılık Sektörünün ithalat dışında döviz talebine olan toplam etkisi 143 Milyar USD. Burada bir sorun var.

Nisan Sonu itibariyle de yaklaşık 77 Milyar USD’lik kur korumalı mevduat var. Yabancı paradan geçenler hariç KKM’nin döviz talebine etkisi yok. Döviz sıkıntısına karşın Gayrisafi milli hasılamız dikkate alındığında bankacılık sektöründe bir risk görünmüyor. Lübnan benzetmelerine veya imalarına katılmadığımı da belirtmek isterim.

Para politikası aracı olarak elde sadece faiz belirleme yetkisi, bankalara kredi verme ve finansman (karşılık, disponsibilite zorunluluğu yoluyla kredi, kaydi para oluşturma gibi konular) üzerinde düzenleme yetkisi var. Merkez Bankasının son dönemlerde yaptığı en başarılı hamle kripto varlıkların ödeme aracı olarak kullanılmasının önüne geçmek oldu. Merkez Bankasının elindeki yetki ve olanaklar bilinmeden Merkez bankasından çok fazla şey beklemek PPK kararlarının hızlı etki etme beklentisini de artırıyor.

Başka bir sorun, hukuki düzenlemelere karşı muhatapların ve piyasanın verdiği tepkilerden (davranış değişikliği, lehe/aleyhe fırsat eşitsizliği vs) doğuyor. Kambiyo hukukunun en önemli iki yasal dayanağı 1211 sayılı TCMB Kanunu ve 1567 sayılı Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Kanundur. 1567 sayılı kanundaki yetkiler 32 sayılı Karar ile kullanıldığından bu Karar genel olarak mevzuatın adı haline gelmiştir. 2018 Ağustosundaki döviz krizi sonrasında 2018 Eylülde 85 sayılı Karar ile doğru amaç yönünde yanlış adım atıldı. Bu yanlış adım bugün yaşadıklarımızın temelini teşkil ediyor. 85 Sayılı Karar ile yapılan değişiklik ise Dövizle İşlem yapma yasağı olarak biliniyor.

Ödeme hukuki bir işlemdir ve hukuki sonuçları vardır. TBK düzenlemeleri göz ardı edilmez. 85 sayılı karar ile yapılan ardından tebliğ ile yanlış yorumlanan hukuki hataların fazlalığı özel bir yazı konusu olduğundan burada bunu kapatalım. Buradaki temel doğru dövizle ödemenin engellenme niyetidir. Hata ise dövize endekslenmenin de yasaklanmasıdır.

KKM başarılı bir uygulama olarak döviz riskini hafiflettiği açıkken özel hukuk ilişkilerinde özellikle kira ve emek gelirlerinin dövizle belirlenme yasağı emek gelirlerinin düşmesine ve orta gelir gurubuna düşük gelir grubuna yaklaştırmıştır. Kayıtdışı istihdam sorununa karşın özel sektör çalışanlarının yarısının asgari ücretli olması önemli kısmının ise bunun biraz üstünde olması, ortodoks politikaların başarısını engelleyecek en önemli sebep, üstüne bir de işsizlik riskini alırsak, Pandemi döneminde kısa çalışma ödeneğine kaynaklık ederek fonksiyonunu tamamlayan işsizlik fonu ve sosyal güvenlik sistemi açığı daha fazla artmasına sebep olacaktır. Kamuda tasarruf yapalım derken vereceğimiz açıkların ve sosyal risklerin maliyeti daha fazla olabilir.

Mevcut gösterge faiz oranı enflasyon verileri dikkate alındığında negatif faiz oranı olarak görünse de hedeflediğimiz refah seviyesine göre dahi yüksektir. Faizi düşük tutmak veya düşürmek uğruna da bir hayli maliyet yüklendik. Sınırlı faiz artırımı bir işe yaramayacaktır. Yüksek artış sonrası yeniden düşürmek ise en az 4-5 yıla mal olacaktır. Para Politikası araçları ile kısa, orta ve uzun vadede bir etki oluşturma, yani Merkez bankasının kısıtlı olanaklarla fiyat istikrarı misyonunu yerine getirme olanağı yok. Nitekim, ilk oluşturulmasında mevzuat (yetki) sorunu yaşansa da 4059 sayılı Finansal İstikrar ile Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanuna Fiyat İstikrar Komitesi kurulması en azından TCMB’nin mevcut uygulama ve yetkilerinin fiyat istikrarını sağlamaya yeterli olmadığının kabulüne dair önemli bir göstergedir. Ancak 4059 sayılı kanunda yer alan gerek Finansal İstikrar Komitesi gerekse Fiyat İstikrar Komitesi’nin çalışmalarına ilişkin bir bilgi paylaşımına da ulaşılamamıştır.

Rezerv paraların (uluslararası ticarette geçerli paraların) uluslararası piyasadaki konvertibilite güçleri bu paraları basmaya yetkili merkez bankalarının işlerini kolaylaştırmaktadır. ABD merkez bankası dünyanın rezerv para olma bakımından en güçlü parası olan ABD Dolarını basmaya yetkilidir. ABD Merkez Bankasının (FED- Federal Rezerv Sistemi/Federal Reserve System –FED) piyasaya görünürde (özünde senyoraj geliri) borçlanma yoluyla vereceği paranın ABD ekonomisi üzerinde USD’nin değerinin düşmesi haricinde bir riski yoktur. FED’in elindeki yetkiler ABD ekonomisinde fiyatlara etki etme potansiyeli yüksektir.

TCMB’nin görevlerinden birisi dövizi ve altını kontrol etmektir. Altın fiyatları ABD dolarına göre belirlenmesi, döviz rezervlerin ABD doları olarak tutulması, diğer kurları ise çapraz kurdan belirleniyor olması nedeniyle TCMB’nin basmaya yetkisi olmayan Dövizi, özelde ise ABD Dolarının TL karşılığındaki değerini de stabil tutması gerekmektedir. Yani TCMB yapacağı hamle ile hem TL’nin yapancı para karşılığındaki değerini sabit tutmalı hem de fiyat istikrarını (fiyatlar genel seviyesini stabil hale gelmesini) sağlamalıdır. Döviz rezervi ihtiyacı için ya ihracatı artırmak, ya yabancı yatırımcıyı çekmek ya da borçlanmak gerekiyor. İhracatı artırmak kısa vadede olanaklı değil, ihraç edecek ürün miktarını artırmak için üretimi ve bunlar için pazarı da artırmak gerekiyor. Kredi maliyetini etkileyen CDS (Credit Default Swap) risk primi düşmesine karşın hala yüksek. IMF kaynaklarından kullanabilecek sınırlı SDR haricinde vereceği kredilerin ise siyasal maliyetleri var. İşte bu noktada yabancı sermaye girişi tek çare olarak göründüğünde Ortodoks yaklaşım faiz artışını ve yapısal reformları ön plana çıkartıyor. Ancak, yabancı yatırımcı yatırımı nereye yapacak nasıl yapacak sorunu da ayrı bir sorun haline geliyor. Yabancı yatırımcının kalıcı olması için kendi yatırımını yapıyor olması ve katma değer üretecek alanda bu yatırımı yapıyor olması gerekir. BU konuda önemli teşvik düzenlemeleri zaten var. Yabancı yatırımcı ise yüksek kar beklentisi ile piyasaya gireceğinden hazır şirketlerin hisselerine yatırım yaparak bunları yeninden iç piyasaya satıp getirdiğinden daha yüksek bir dövizle geri çıkma riski de bulunuyor. TCMB’nin döviz rezervi yetersiz bir şekilde faiz artışına gitmesi halinde TL’nin değeri döviz karşısında daha fazla değer kaybetmesine sebep olacaktır. Bu durum ihracat ürünlerinin döviz gelirlerine karşın TL işçilik maliyetlerini düşürecek ancak ürünün döviz getirme kapasitesini değiştirmeyeceğinden sadece ihracatçının yurtiçindeki kazancını değiştirecektir. Düşen işçilik ücretleri, çalışan nezdinde bu sefer hayat pahalılığına yol açacaktır. Bunu gidermek için işçilik ücretleri artmak zorundadır. Asgari ücret artışı kaçınılmaz olduğunda çalışanların önemli kısmı asgari ücretli veya biraz üzerinde bir gelire mahkum kalacaktır. Yaşadığımız kısır döngü budur.

Türkiye’nin ortodoks politikaları uygulama veya uygulasa bile sonuç alma olanağı maalesef yoktur. Heterodoks politikalar ise zaman kazandırma fonksiyonunu kaybetmiş görünüyor. Dövize olan talebi kısmak için oluşturulan KKM ile birlikte bankaların kaydi para oluşturma süreçlerinin bir nebze gözetim altında tutulması, bankacılık sektörünün kredi verme iştahını kesmesine sebebiyet vermektedir. TCMB’nin düşük faiz uygulamasına karşın, bankalar TCMB’den kredi alarak, piyasayı fonlama olanağı varken piyasada finansa erişim sorunu, bankacılığı mevcut politikalara karşı direnmeye çalıştıklarını da gösteriyor. Finansa erişim sorunu üretim üzerinde kısıtlayıcı etkisi üretim maliyetlerini ve kapasitesine olumsuz etki etme potansiyeli var.

2021 yılında TCMB kanununun 56. Maddesinde yapılan değişiklikle bankanın, Hazine ile kamu kurum ve kuruluşlarına avans vermesi, kredi açması, hazine ile kamu kurum ve kuruluşlarının ihraç ettiği borçlanma araçlarını birincil piyasadan satın alması engellenmiştir. Keynesyen politika üretme olanağı da kısıtlandığından ana akımdan ayrılan görüşün de elinde fazla bir araç olmadığı söylenebilir. Ülkemizde bu tip kısıtlamaları bertaraf etmek üzere, bankalara hazine bonosu veya devlet tahvili alma, sigorta veya farklı tasarruf araçlarının varlıklarının tahvil veya bono olarak muhafaza zorunluluğu getirilmesi gibi yöntemler uygulanagelmiştir.

Para politikası araçları yeterli olmadığında Maliye Politikası araçlarına başvurulmuş ve hazinenin kaynak ihtiyacı, dolaylı vergilerin artırılması ve borçlanma koluyla giderilmeye çalışılmıştır. Ancak, dolaylı vergilerin, özellikle özel tüketim vergisinin artırılması, binek oto/finansman gider kısıtlaması gibi uygulamalar ise mallarda kapitilazsyon etkisi oluşturmuş ve vatandaşın refaha erişim sorununu derinleştirmiştir.

Bilinen yöntemlerle yeni bir etki oluşturma olanağı pek görünmemektedir. Ancak, kambiyo mevzuatının nispeten yeni düzenlemesi olan 6493 sayılı Ödeme Ve Menkul Kıymet Mutabakat Sistemleri, Ödeme Hizmetleri Ve Elektronik Para Kuruluşları Hakkında Kanun ile merkez bankasına stabil elektronik para basma yetkisi de sağlanmıştır. Bu kanundan kaynaklanan yetkiler kullanılarak yeni nesil finansman olanakları oluşturularak merkez bankasının daha önce Kamu İktisadi Teşekküllerine işletme sermayesi sağlama yetkisi bu sefer tüm piyasa için mümkün hale getirilebilir.

Muhtaç olduğumuz kaynak gözümüzün önünde durmaktadır.